Varoluş bir sancı mı?
Manisa Lisesi’ndeydim. 15 yaşında bir pırıl pırıl bir gençtim. Bir sürü arkadaşım olmuştu. Aralarından biri çok farklıydı. Bir ömre sığmayacak bir dostluk bıraktı. Gülümseten anılar yaşadım, yaşattık. Bugün 11 Nisan 2021 Corona nedeni ile kendisini sonsuz bir yolculuğa uğurladım. Dünyadaki adı Melih Geçgil idi. Varoluşsal kaygılarım yoğunlaştı. Kaygılarımı azaltmak amacıyla içimde söylemler başladı: “Hakka yürüdü”, “Ölüm şerbetinden içti”, “Hakkın rahmetine kavuştu”. Ramazan ayı öncesi arife gününde vefat etmesi “Ne mübarek kişi imiş” düşüncesi ile acımı azaltır mı? Bilemiyorum.
Varoluşçuluk bize dört kaygıdan söz eder: Ölüm, izolasyon (yalnızlık), anlamsızlık, sorumluluk, diğer adı ile özgürlük. Otantik bir yaşamın temellerini atmak temel amacımız.
Orta Afrika’da yaşayan Boshongo halkına göre, bizden önce yalnızca karanlık, su ve Büyük Tanrı Bumba vardı. Bir gün şiddetli bir mide sancısıyla kıvranan Bumba, Güneş’i kustu. Güneş suyun bir kısmını buharlaştırınca kara göründü. Sancısı hala dinmemiş olan Bumba’nın midesinden sırayla Ay, yıldızlar; leopar, timsah, kaplumbağa ve en sonunda insanlar çıktı.
Bu yaratılış efsanesi, hepimizin sorduğu sorulara bir cevap bulmak gibi. Her birimizin kendimize sorduğu sorular var. Sorular bugün daha yoğun olarak aklımda. Biz nereden geldik? Nasıl yaşamalıyız? Nereye gidiyoruz?
21’inci yüzyılı yaşayan ben ve sizler bu soruları sorarken; yaklaşık 40 bin yıl önce doğada yaşayan Homo Erectus topluluğu, milyon yıllık evrenin hikayelerini düşünüyorlardı.
Sanırım hala aynı noktadayız.
Bizim varoluşsal hikayemiz doğumumuzla başladı. İradesi ve bilinci olan biz insanlar, irade ve bilinçten yoksun nesneler dünyasının içinde yerimizi aldık. Dünyada var olabilmek için annemize fiziksel ve duygusal olarak bağımlı olduk. Yaşın ilerlemesi ile birlikte özgürleşme ve bireyselleşme çabaları yaşamımızın anlamı haline geldi. Kendimizi gerçekleştirmek ve otantik bir yaşamı inşa etmek için bireysel seçimler yaptık.
Bir anda büyüdük ve ergenlik döneminin başlangıcı ile herkes için gerçek olan bir kavram ile karşı karşıya geldik. Ölüm. Ne zaman, nerede ve nasıl olacağı belli olmayan belirsizliğin kaygısı. Ölümden sonra ne olacağını merak ettik. Biraz da korktuk. Ölüm anı bizde büyük bir kaygı yarattı. Bedenimizin ömrünün bitmesi ve bir anda yok olup gitmek. Ölüme karşı tutumlarımız, bugünü yaşamamızın kaynağı oldu. Bazen Stoacılar gibi düşündük. “Ölüm yaşamdaki en önemli olaydır. İyi yaşamayı öğrenmek, iyi ölmeyi öğrenmektir. İyi ölmeyi öğrenmek, iyi yaşamayı öğrenmektir” dedik.
Yakınlarımızın ölümü ile karşı karşıya kaldığımızda o kişiyi kaybettiğimiz için yoğun bir yas yaşadık ve onu bir daha göremeyecek olmanın üzüntüsünü deneyimledik. Buradaki yas bir anlamda kendimizin ölümlü olması ve bedenimizin ömrünün de bir gün biteceğinin yasıydı.
Geçmiş, şimdi ve gelecek arasında zamanın tek olduğu gerçekliğinden uzak olarak sıkışıp kaldık. Geçmişin pişmanlığı, geleceğin kaygısı ile bugün burada olmakla ilgili sorunlar yaşadık.
Bazen ben olmaya, bazen biz olmaya gayret göstererek yaşamı anlamlı kılmaya çalıştık. Her şeyin içinde bir anlam aradık. Bu anlam bazen iş dünyasındaki bir başarı, bazen ilişkiler bazen ise sahip olduğumuz mal ve mülk oldu. Bazen anlamın bir duygu olduğunu fark ettik. Bu duygunun peşinden gittik. Her anlam zamanla bir anlamsızlığı içinde barındırdı.
Her şeye rağmen varoluşsal kaygılarımızdan ölüm ve anlam arayışı içinde sorumluluk olarak özgür olmaya çalıştık.
Kendimize bir rota belirledik. Bir olay ya da bir şeyin yaratıcısı olmak için sorumluluk aldık.
Kendi kendimize söylemlerimiz oldu. “Sadece yarattığım dünyayı ben değiştirebilirim. Değişimde bir tehlike yoktur. Gerçekten istediğimi elde etmek için değişmeliyim ve buna gücüm var” şeklinde düşündük.
Sonrasında yeni bir gerçeklik ile karşı karşıya kaldık. Dünyaya yalnız geldik ve yalnız gidiyoruz. Bu dönem içinde yalnızlığımızı ortadan kaldırmaya yönelik yöntemler deneyimledik.
Bir grubun parçası olmak, iyi bilinmeye çalışıp kendimizden vazgeçmek, sürekli çalışmak. İçimizdeki boşluğun acısını dindirmenin yöntemlerini aradık. Ama bir gerçeklik vardı. Uzay başlı başına bir boşluk idi. Işık hızı saniyede 300 bin kilometre. Buradan aya 8 saniyede, güneşe 4 dakikada, Andromeda’daki bir yıldıza 2.4 yılda gidiyoruz. Bu boşluğun aynısının içinde olduğunuzu düşünürseniz bunu ortadan kaldırmak biraz güç olsa gerek. “Bundan kaçmak yerine bununla dost olmanın zamanı geldi” diye düşünüyorum.
Ölüm tek gerçeklik ve ne zaman olacağını bilemezsin. Anlam için yarattığın her şey bir gün anlamını yitireceğine göre anlamı nesneler dünyasında değil kendin olmakta ara. Neşe, mutluluk, coşku gibi duygular dünyasında bul. İçindeki boşluğu kabul et, yalnızlığınla dost ol. Başkalarının gözündeki mutluktan mutlu olmak yerine gerçek kendiliğini inşa et. Başkalarını suçlamak yerine, yaşamsal sorumluğunu al ve özgürleş.
Son sözü Rumi söylesin: “Düne ait ne varsa dünde kaldı cancağızım! Şimdi yeni bir şeyler söylemek lazım”.